21 Mart 2011 Pazartesi

Eskilerden


Hüseyin’le konuşuyoruz da… Eskilerden… Hatırladıklarım var, benden eski olanlar var…

Dede’yi hatırlıyorum mesela. Taş Kahvenin yanında, üç tekerlekli arabasında tost yapan Dede. Kara kuru, ufarak bir adamdı. Tostu kağıda saracağı zaman, parmağını tükürüklemez, domates suyuyla ıslatırdı. Bunu gördüğüm günden sonra başka tostçuya gitmemiştim. İşi bilen bir arkadaşıma fotoğraflarını çektirmiştim gizli gizli. Çok şeyler değişti o zamandan beri. Benim bu dediğim belki on beş yıl önce. Şimdi torunu yapıyor tostu. Tabii ne o araba kaldı ne de Dede. Ama tost dükkanının  adı hâlâ aynı.

İki tostçu daha varmış daha eskiden. Biri, Kör Ahmet. Dedeyle aynı zamanlarda tostçuluk yapmışlar. Sonra Mikro Mustafa eklenmiş. Hepsi Taş Kahvenin civarında, sezondan payını almaya çalışırmış. Sezon da, bugünkü gibi değil elbet. Buraları bilen bir avuç insan.

Kışın domates yokluğunda salçayla yaparlarmış Ayvalık tostunu. Ben hiç yemedim öylesini. Ama söylenene göre o da güzelmiş.

Bir de nanecilerden söz eder arada bir Hüseyin. Birinin ismi Ferhat’mış, öbürünü hatırlamıyor bizimki. “Birine de Sarı diyorlardı ama hatırlayamıyorum şimdi, Ferhat’a mı diyodular…” Neyse, bilen bilir. İnsanın yanına gelir, şapkasından, saçından, bir şeyinden esinlenip mani düzer ve her seferinde de şöyle bitirirlermiş: “Ne güzeldir yemesi nane şeker!” Atışırlarmış da ozanlar gibi. Meğer bir de enişte-kayınço imişler. Bu bir satış stratejisi miydi yoksa hep mi didişirlerdi böyle? Evde nasıldılar kim bilir…

Dondurmacılardan da Nergis adında biri… Yine üç tekerlekli arabasıyla, sokaklarda gezer, çocuklara dövme dondurma satarmış. Nerbil dermiş herkes ona. Nergis, kadın ismi gibi geldi de kendi mi değiştirdi acaba? Buralarda, nüfustaki adını kullanmamak nedense çok yaygın zaten. Nüfusta Fatma mesela, herkes Neriman diyor. Nüfusta Hasan, herkes Mehmet diyor. Soruyorum nedenini; kimse tam bir cevap veremiyor. Çift isimli de değil bu insanlar ki birini kullanıyor diyelim. Anlamadım gitti.

“Bir de mısırcı vardı…” diyor Hüseyin. Yazmam hoşuna gitti anlaşılan; anlattıkça açılıyor J Beyaz emaye kovada haşladığı süt mısırları satarken bağırırmış: “Dumanı da caba, dumanı da caba…” Çocuklar bunu duydular mı koşarlarmış hemen, ‘caba’, yani bedava olanı isterlermiş. Mısırcı da kovanın kapağını açar, koklatırmış mısırları.

O kadar eski değil ama, bir de simitçi amcamız vardı yakın zamana dek. Sabah en erken saatte adaya gelir, simitlerini arabasına yerleştirir, duruma göre ya Taş Kahvenin önünde ya Kooperatifte uyuklayarak satardı simitlerini, poğaçalarını. Kaç yaşındaydı bilmiyorum ama çok yaşlı bir hali vardı. Her zaman bitkin, hep uykusuz. Sıcaksa dışarıda, soğuksa içeride, bir sandalye çeker, başını önüne eğer ve uyurdu alenen. Biz simidimizi çoklukla kendimiz alır, parayı arabanın içine bırakırdık. Bazen uyanırdı, bazen fark etmezdi bile. Gün geldi görünmez oldu simitçi amca. Bir, iki, derken meraklandık. Simit de bulamaz olmuştuk kahvaltı etmek için. Sorduk, soruşturduk. Meğer yılbaşından hemen önce, yine uyuklaya uyuklaya arabasını iteklerken, iyice daldı herhalde, denize doğru sürmüş. Arabanın ağırlığıyla o da yuvarlanıvermiş sulara. Bereket boğulmamış, ama bayağı ıslanmış. Ondan sonra da gelmedi. ‘Hastaymış’ dediler; bir daha sormak içimden gelmedi. Şimdi bakkallardan alıyoruz simidimiz. Simitçi amcanın yerini doldurmaya kimse kalkışmadı.
        
      Uyuyanlardan söz etmişken, Hüsnü amcayı es geçemem. Sabahın köründen gecenin on biri-on ikisine kadar Taş Kahve’de mekik dokumak, üstelik bunu çocukluğundan beri yapıyor olmak kolay değil. Arada kestirmek hakkı bence. Hem de öyle rahat, fütursuzca, gürültüden hiiiiç etkilenmeden yapıyor ki bu işi. Evi olmuş bu kahve onun. Evet, evet, kestirmek hakkı. Onu seyretmekse bir keyif.

1 Mart 2011 Salı

Ayvalık Evleri - Houses of Ayvalık



Evlerden kastım, bütün binalar aslında. Çoğu, ev olarak kullanılmış, hâlâ da öyle kullanılıyor. Aralarında depolar, işyerleri, tapınaklar da var. Bunları ayrıca anlatmak gerek. Bugün yazmak istediğim daha çok yapıların mimarisi ve birer yaşam alanı olarak kullanılış biçimleri.



En önce şunu söylemeliyim ki, böylesine görkemli, her biri sanat eseri olan yapılarla dolu bir kentte yaşamak, slogan gibi olacak ama, gerçekten bir ayrıcalık. Her yerden tarih, estetik ve zarafet fışkırıyor. En yıkık-döküğünden en görkemlisine, Ayvalık Rum evleri birer abide olarak “İşte buradayız, ayaktayız!” diyorlar. Sokaklarda yürürken çoğu kişi için sıradan olan görüntüler benim için bir mucize. Gönülden bağlıyım bu yapılara. Tekrar tekrar geziyorum aralarında; tekrar tekrar fotoğraflarını çekiyorum, elimde değil. Ve her seferinde yeniden vuruluyorum onlara. Benim için canlı birer varlık hepsi. Sanki soluk alıp veriyorlar. Günden güne değişiyor, yaşlanıyor, bazen ölüyor, bazen de yeniden doğuyorlar. Onları ziyaret etmekten asla vazgeçmeyeceğim. Artık kimsesi kalmamış akrabalarım benim. Her uğradığımda yeni bir laf açan, gizli bir köşelerini sunan, biliyorum geldiğime mutlu olan eski topraklar. Ah, ne çok seviyorum onları. Zevk veriyor gözlerime, ruhuma onları seyretmek, içime çekmek. Bir kez de buradan selam olsun hepsine.

Buraya yerleştiğimde beni cezbeden şeyin sadece doğa ve deniz olduğunu sanıyordum. Mimarinin, planlamanın da içime işlemiş olduğunu anlamam zaman aldı. Aklımdan önce güdülerim fark etti hatta bunu. Bir baktım, ahşap ev maketleri yapıyorum, evleri resmeden magnetler; şimdi de kapılar… 



Ezelden beri kapılardan gözümü alamam zaten. Yıllar önce, ben henüz küçükken ve bir yazlıkçı olarak buraya gelirken Ayvalık kapılarının fotoğraflarından oluşan kartpostallar aldığımı, onları odamın duvarına astığımı ve yıllarca gittiğim her yere da taşıdığımı hatırlıyorum. Kopamamıştım onlardan, onlarsız var olamamıştım. Ne yazık ki artık ne o kartpostallar var ne de galiba o kapılar. Yavaş yavaş yok oluyor, yok ediliyor bu güzellikler. Bakımsızlıktan çürüyor veya antika değerinden dolayı satılıyorlar. Neyse… Ne diyordum? Baktım ki benim bu yapılara karşı kendiliğinden bir ilgim var, o zaman anladım burada oluşumun bir üçüncü nedeni daha olduğunu. “Güzel bir çevre” demek ne anlama geliyormuş, anladım.

İlk yıl, canımın içi Seval ablamın işlettiği Mavi Pansiyon’da kaldım, Çamlık’ta. Kocaman bir bahçe içinde, Rum evleri kadar eski olmayan üç katlı bir yapıydı. İkinci yılımı Armutçuk’ta bir apartmanın en alt katında geçirdim. Önümde kimsenin sahip olamayacağı kadar büyük bir bahçe ve ardında parkla deniz uzanıyordu ama betonun soğukluğunu hep hissettim. Aklım şu evlerdeydi. Ne var ki, çok pahalı olduklarını düşünüyordum nedense; gücüm yetmezdi. Yine de, taşınmam gerektiğinde bir umut soruşturdum ve öğretmenlik yapmamın da yardımıyla, hem de üç katlı bir Rum evi buldum kendime. O kadar temiz ve güzel bir yapıydı ki.



Ayvalık’ta, 06 durağının arka kısımlarında, “Macaron” denen mahalledeki eve yerleşeceğimi öğrenen herkes şüpheyle baksa da benim kimseyi duyacak halim yoktu. Sevinçten uçuyordum. Hayallerim bir bir gerçekleşiyordu işte! Macaron, Ayvalık’ın en eski mahallelerinden biri. Biraz haraketli, doğru. Gece geç saatlere kadar gezenler, kavga edenler, hatta silah atanlar eksik olmuyor. Ne yazık ki pis ve bakımsız bırakılmış. Ama orada kaldığım bir yıl boyunca pek sıkıntı yaşamadım. Herkes kendi halinde, kimseye karışmadan var olup gidiyordu. Etrafım taş yapıların her türlüsüyle çevriliydi.  Aralardaki betonarme çirkinlikleri görmemeye çalıştım.

Evimde eşyalarımı üçer-beşer odalara dağıttım; o kadar çok yer vardı ki. En alt kat bile, küçük bir ailenin yaşayabileceği kadar genişti. Banyo, mutfak, bir büyük, bir küçük oda. Zaten ev sahibim ve benden önceki kiracılar kışı bu katta geçirirlermiş. Bunu duyunca şaşırmıştım. Bunca yer varken! Fakat sonra nedenini çözdüm; sıcak oluyordu ve biz de aynısını yaptık. Atelyemizi ve sobamızı buraya kurduk.

İkinci katta da bir mutfak vardı, bir de oda. Mutfak, küçük bir tuvaletin bulunduğu balkona açılıyordu. Oda ise, bu kata çıkan merdivene bakıyordu ve merdivenle arasında bir pencere vardı. Evin içinde! Böylesini başka yerde görmedim, buraya has bir detay. En üst kat ise ferah ferah iki odadan oluşuyordu. Fakat tabii, yazın bir hayli sıcak, kışın da poyraz nedeniyle soğuktu.

Çok mutlu bir yıl geçirdim Macaron’da. Pencerelerin çıkıntılarına oturup oturup sokağı seyrettim, kitap okudum bolca. İçeri açılan tahta kepenklerim vardı, eski tip pencere demirlerim, kocaman gömme dolaplarım, cumbada kuşlarım, balkonda kedilerim... Ve farelerim! Gerçi onlara ‘benim’ diyemem. Sadece komşuluk ettik. Kat aralarındaki ahşap boşluklarda ikamet ediyorlardı. Bazen benim alanıma tecavüz etmeye de yeltendikleri oldu. Sistemli olarak dolap içlerini kontrol etmem, delikleri tıkamam, öldürmeden yakalayan kapanlar kurmam gerekiyordu. Bu yüzden çoğunu en iyi cins Ayvalık tulumuyla besledim sayılır. Hah! Pıtp pıtı bir ses duyduğumda gidip kapana bakıyor, o küçücük şeyi biraz uzaktan seviyor, korkunca da götürüp kedilerden uzak bir köşeye bırakıyordum. Özellikle akşam saatlerinde toplu halde, paldır küldür geliyorlardı evlerine. Saat ilerleyip de ses çıkmayınca meraklanır bile olmuştuk. Bir dönem, çok sayıda ve ufak adımlar yerine ağır basan tok adımlar duyduk. Galiba bir gelinkadın farelerin evine el koymuştu. Bir süre ufaklıklardan haber alamadık. Yan evin altındaki atın yanına taşınmış olsalar gerek.

Macaron’da durum buydu. Ama şimdi Cunda’da oturduğum evde ne fare var ne gelinkadın. Yani bu bir tercih meselesi.

Bana kalsa taşınmazdım ama yazın geldiklerinde annemle babam dik merdivenleri çıkmakta zorlanıyorlardı. Üzülerek ama bu durumu fırsata çevirerek adaya taşındım. O evim ne kadar büyüktüyse bu evim de bir o kadar küçük. Bir oda ve bir salonum var sadece. Nasıl sığdığımı ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Fakat, oturuyor yavaş yavaş. Zaten, önemi olan işlevi.



Arkadaki küçük bahçeyi üst katta oturan ev sahiplerimle ortak kullanıyoruz. Limon ve portakal ağaçlarından yararlanma hakkım var. Artık limon satın almıyorum. Ön cephe, Cunda’nın en işlek caddesine, Taksiyarhis Kilisesi’ne giden yola bakıyor. Yine geleni geçeni izleme lüksüne sahibim yani. Sol tarafımda Fatma teyzenin, bütünüyle sarımsak taşından yapılma meşhur evi var. Deniz, iki dakikalık mesafede. Zeytinlikler, on dakika. Her yer, bu kez daha bakımlı ve sağlam eski yapılarla dolu. Adanın havası da bir başka. Bazen dizi çekimleri nedeniyle ya da kısa bir kış tatili yapmaya gelenler oluyor. “Ne güzel yerler!” diyenleri duyuyorum. Burada yaşamak istediklerini hissediyorum. Hemen pencereye çıkıyorum. Hem davetkar hem kıvançla bakıyorum. Ben burada yaşıyorum!


Kendim hakkında çok konuştum. Bu yapılar hakkında biraz da nesnel bilgi versem iyi olacak:

Ayvalık ve çevresindeki yapıların tamamına yakını, belirgin ve ortak mimari özelliklere sahip. Neoklasik adı verilen bu mimari, eski Roma ve Helen yapı izlerini taşıyor, ama gidip görenlerin söylediğine göre Midilli veya Atina’dakilerden bayağı farklı özellikleri var. Yapı malzemesi olan “sarımsak taşı”, yıllar içinde söndürülüp çukurlarda dinlendirilmeye bırakılmış bir tür kireç. Ocağından çıkarıldığında yumuşak olan sarımsak taşı eskiden iplerle kesilerek ayrılırmış. Ustalar da henüz yumuşakken işlemiş olacaklar ki, sütun başları, kapı ve pencere üstleri, balkon dayanakları şaşkınlık verecek oyalarla süslenebilmiş. Şimdi, restorasyon çalışmaları dışında sarımsak taşının kullanımına izin verilmiyor.

Yapıların çoğunun üst katı ağaç. Böylece, hafif bir yük sırtlanan taş zeminler, depremlerin yoğun olduğu bölgede sağlamlığın da güvencesi. 100-150 yıllık geçmişiyle Ayvalık evleri, Anıtlar Kurulu tarafından koruma altına alınmış durumda. Büyük bölümü tescillenmiş olan bu yapılar, taş, sarımsak taşı ve ahşabın uyumuyla sade bir güzellik sunuyor.

Şimdiye kadar gördüğüm bütün Ayvalık evlerinin iç tasarımı farklı ama bazı genel özellikleri de var. İki ya da üç katlı olan yapılarda zemin kat, işlik niteliğinde. Çoğu kez biraz basık. Ama bir kişinin barınması için asgari şartları da taşıyor. Orta katlar daha çok kışlık, üst katlar da yazlık mekanlar olarak tasarlanmış. Yöresel malzemelerle, yörenin iklimine en uygun biçimde yapılmış, kışın ılık, yazın serin kalan sağlıklı yapılar hepsi.

Ayvalık evlerinde genellikle iki giriş kapısı var. Bunlardan biri işlik olarak kullanılan bölüme, diğeri ise oturma mekanına açılıyor. Eskiden daha çok zanaat erbabının atelyesi niteliğinde olan işlikler zaman zaman dükkan olarak da kullanılmış, hâlâ da kullanılıyor. Kapılar, kemerli oluşları ve işçilikleriyle hemen dikkat çekiyor. İnce maden işlemeciliği, özellikle kapı tokmaklarındaki zarafetin çeşitliliği, Ayvalık evlerine ayrı bir değer ve güzellik katıyor. (Ne yazık ki son zamanlarda bu tokmakların ve bazı kapı ve pencere demirlerinin çıkarılarak veya çalınarak satıldığına tanık oluyoruz. Antikaya olan talep anılara ve kültüre galip geliyor. Para için evlerimizi parça parça satıyoruz.)

Cunda adasındaki bazı bahçeli yapılar ve Çamlık’takiler dışında Ayvalık evleri bitişik düzende yapılmış. Bunu Osmanlı döneminde kaçakçılığın neredeyse bir meslek haline gelmiş olmasıyla ilişkilendirenler var. Evden eve geçen gizli yollar, birbirine bir labirent örgüsüyle bağlanmış sokaklar bu düşünceyi destekler görünüyor. Çamlık bölgesindeki yazlık evler, köşkler ve villalar ise, 19. yüzyılın başlarından bugüne, gururlu, asil, denize doğru nazar ediyorlar.

İnsan bu yapılara bakınca onları planlayan elleri, ayağa kaldıran ustaları, taş işçilerini, demir dövenleri, hepsi farklı meziyetlere sahip olmakla birlikte nasıl bunca uyumlu bir zarafeti var edebildiklerini düşünmeden edemiyor. Bugün hâlâ sapasağlam duran yapılar, bambaşka bir ulusun bıraktığı, bırakmak zorunda kaldığı evleri, yuvaları, ibadet yerleri. Anlatılanlara göre, Girit’ten, Midilli’den geldiklerinde, mübadiller, her şeyi yerli yerinde odalar, çatalı-kaşığı tabak içinde kalmış sofralar bulmuşlar. Nasıl bir kaçmaktıysa o! Kalkmış ve gitmiş insanlar. Bir anda. Ve evler bir anda el değiştirmiş. Bu yüzden belki, anıların yüküyle, koparılmışlıklarıyla, hep hüzünlü gibiler bir yandan.
Tarihi Ayvalık evleri, sokaklarıyla birlikte toplu bir onarımı ve korumayı hak ediyor ve bana kalırsa çoktan beridir bekliyor da. Zaman zaman yerli veya yabancı mimarlık öğrencilerinin staj niyetiyle gelip evlerin restorasyon projelerini yapmak istediklerini duyuyorum. Veya bir Avrupa Birliği fonu almak için girişimlerden dem vuruluyor. Ama nedense olmuyor, olamıyor bir türlü.
Restorasyon demişken, bu evlerde yaşayan yerli halk için de önemli bir mesele bu. Çünkü, koruma altındaki evleri aklınıza estiği gibi yenileyemiyorsunuz. Restorasyon da, projesi, özel malzemesiyle hayli pahalıya patlıyor. Gerçi proje çizimi için uygun krediler sağlanmış ama yeterli değil. Bu nedenle evlerin çoğu mecburen kendi haline bırakılıyor ya da kaçak eklemelerle çirkinleşiyor. Veya satılıyor.
Satın alanlar, metropollerde yaşayıp da nefes almak için buraya kaçmayı düşünen şehirliler genelde. Gerçi yerleşenler de var ama evlerin çoğu restore edilip kız gibi olduktan sonra, bu kez, terk ediliyorlar. Kimi aylarca boş kalıyor, kimi yıllarca. Onları böyle kuru bir yalnızlık içinde görmek de başka türlü hazin.
Ben, bu yapıların hem onarılmasını hem de yaşamasını istiyorum. Hem de, ölü bir açık hava müzesi olarak değil, halkının çoluğuyla çocuğuyla dolup taşarak yaşamasını istiyorum. Ufacıkken vurulduğum bu diyar, tarihi, kültürü, insanıyla bir bütün. Öyle kalsın istiyorum. İstemek parayla değil ya! İstiyorum.

22 Şubat 2011 Salı

Bugün Erken Kalktım - I Woke Up Early This Morning


Kentli alışkanlıklarım son mu buluyor acaba? Yapacak işim olmadığında doya doya uyumak, geç yatıp öğleden sonra uyanmak devri kapanıyor mu? 

Bugün de erken kalktım. Üstelik hava yağmurluydu ve dışarı çağıran güneş görünmüyordu. Sahilde kahvaltı fikri sanırım beni ayaklandıran. Börek yeme fikri!

Sevgilimle Taş Kahve’nin önüne geldiğimizde köpekler karşıladı bizi. Her sabah börekçiyi karşıladıkları gibi. Günlük haraçlarını almak istediler ama bu kez olmaz. İçeri girdik, anca ısınan sobanın yanına kurulduk. Yalnız Hüsnü amca, balıkçı Derya ve birkaç kişi vardı. Selamlaşma. Böyle, bir avuç insan sobanın etrafında, iyice aile gibi oluyor. Böreğe davet.

Çay, daha biz söylemeden geliyor. Bu saatte kahvede biten kişi, hele elinde azığı da varsa,  başka ne isteyecek ki? Ohh, mis gibi bir kahvaltı. 

        Bu arada, ocağın duvarında hem AIMA hem !F yazan bir afiş görüyorum. Allah allah? !F geçen sene de buralardaydı ama başkaları organize etmişti sanki. Bu yıl AIMA, (Filiz Ali’nin başında olduğu) Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi girişmiş bu işe demek ki. 25-26-27 Şubat’ta film gösterimleri. Ne çok ve çok yönlü sanat etkinliği gerçekleşiyor Ayvalık’ta, bazen şaşıyorum. Bir anda, hiç olmadık bir zamanda, inanılmaz insanlarla, sergilerle, gösterimlerle karşılaşabiliyorsunuz. Uzun zamandır böyle. Sönüp gitmediğine göre, hep devam edeceğini umabiliriz *̮*

 


Madem uyandık, acelesi olmayan işlerimizi de halledelim bari, dedik ve Ayvalık’a gitmek üzere ayağa kalktık. Ama saat henüz 08:35. Otobüse yirmi beş dakika var. İyi. Biz de dolaşırız. 

Atatürk büstünün olduğu ufak parkta oyalandık biraz; çünkü oradaki ağaçlar her zaman ilgimizi çekiyor. İlk etapta, dutlar. Yaz başında meyvalarına dalmaya bayıldığımız şemsiye dutlar. Kupkuruyken kıvrım kıvrım burgaçları saçlarında kaybolan dutlar. Hepsi birer heykel. Ama biliyorsunuz ki içlerinde can var. Sanki bir sebeple taş kesilmişler de ha deseniz davranıp yürüyüverecekler. 

Onların hemen yanında, tuhaf, ilk kez görüyorum, bir kuru ağaç, yeşermeden çiçeklenmiş. Ne ağacı acaba bu? Daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. 


Ve yerde, çoook eskilerden kalma bir ağaç daha. Ne yazık ki sadece kesilmişliğinin işaretiyle ağacın yokluğu kalmış geriye... 



Amaan! Bazen fazla mı duyarlı davranıyorum? Buranın insanları ağacı seviyor. Yalnızca bahçelerine değil, yollara, parklara bile ağaç dikiyor; yazın kovayla su taşıyor. Durup dururken kesmemişlerdir herhalde. Belki hastalandı. Belki kurudu. Gerçi, yanındaki yeşil arkadaşlar yalanlıyor gibi beni. Neyse… Artık gidelim.

Hâlâ erken. Otobüsü beklemeden taksi dolmuşa bindik. Ayvalık’a vardığımızda yağmur hızlandı. İşlerimizi çabucak bitirip Ayvalıkgücü’ne oturduk. Deniz önümüzde uzanıyor. Yağmur ve sis, en yakın adayı bile görünmez kılmak üzere. Martılar, yağmurun su yüzüne taşıdığı balıkları avlıyor. 

  
Sonsuzluk hissi veren muhteşem bir manzara.  Saatlerce oturabilirim. Ama uykum geldi. Evime dönüp uyumak istiyorum.

******************

I Woke Up Early This Morning

Are my city habits ending? Am I not going to sleep as long as I can when I have no work?
I again woke up early today although it was raining and the sun calling me outside was not visible. It was the idea of having breakfast seaside which made me get up. The idea of eating börek!
When we, I and my boyfriend, came in front of Taş Kahve (coffehouse), dogs welcomed us, as they welcome the börek-seller every morning. They wanted their daily tax but no, not today. We went inside the coffehouse and sat near to the stove. There were only Hüsnü Amca (the manager of the coffehouse), fish-seller Derya and some others. Greetings. Like a family around a stove. Invitation to the breakfast.
Tea had come before we asked for. Mmmm, a wonderful breakfast! By the way, I saw an add of AIAM and !F together. !F was here last year too but the organizers were different. This year, it seems that AIMA (Ayvalık International Music Academy) is arranging the activity. Films on February 25-26-27. How many and different art activities are taking place in here; sometimes I just get surprised. All of a sudden, you come across a peculiar artist, an exhibition or demonstration. It has been this way for so long. We can hope that it will last forever. *̮*
“We got up early, then, let’s finish our not-urgent works today.” we said and stood up to go to the center of Ayvalık. But it was 08:35 and there was twenty five minutes fort he bus. OK then. Let’s walk a little.
We spent some time in the park with Atatürk bust, because the trees there always attract us. First of all, the mulberries. The umbrella mulberries to which we love to be coloured by their fruit in early summers. When dry, their curly branches get lost in their hair. Each of them is like a statue. But you know that they’re alive. They seem as if they will move suddenly if you call.
Just beside them, there is a dry tree which had its flowers before its leaves. What kind of a tree is that? I haven’t seen it before.
And, in the middle of the pavement, remnant of a tree. Unfortunately, only its non-existence was left behind…
Ooof! Sometimes I am too much sensitive. People here like trees. They plant trees not only to their gardens but also by the roads, in parks. They carry water in summers. They don’t cut off a tree without a reason. Maybe it was sick. Or maybe it died. Though, the greenness around its root dnies what I say. Anyway… It’s time to go.
It’s stil early fort he bus. We got on a taxi-dolmuş (an ordinary car for transportation, picking up five people at most). The rain was heavier when we reached at Ayvalık. We finished our work fastly and went to Ayvalıkgücü (a coffeehouse. Its name comes from the football team of Ayvalık). The sea was lying in front of us. Rain and fog disabled us to see even the closest island. Sea gulls were catching the fish which rain brought on top of the water. A wonderful scene that gives the sense of infinity. I can sit down and watch for hours. But I’m asleep. I want to go back home and fell into dreams.

I Woke Up Early This Morning

Are my city habits ending? Am I not going to sleep as long as I can when I have no work?
I again woke up early today although it was raining and the sun calling me outside was not visible. It was the idea of having breakfast seaside which made me get up. The idea of eating börek!
When we, I and my boyfriend, came in front of Taş Kahve (coffehouse), dogs welcomed us, as they welcome the börek-seller every morning. They wanted their daily tax but no, not today. We went inside the coffehouse and sat near to the stove. There were only Hüsnü Amca (the manager of the coffehouse), fish-seller Derya and some others. Greetings. Like a family around a stove. Invitation to the breakfast.
Tea had come before we asked for. Mmmm, a wonderful breakfast! By the way, I saw an add of AIAM and !F together. !F was here last year too but the organizers were different. This year, it seems that AIMA (Ayvalık International Music Academy) is arranging the activity. Films on February 25-26-27. How many and different art activities are taking place in here; sometimes I just get surprised. All of a sudden, you come across a peculiar artist, an exhibition or demonstration. It has been this way for so long. We can hope that it will last forever. *̮*
“We got up early, then, let’s finish our not-urgent works today.” we said and stood up to go to the center of Ayvalık. But it was 08:35 and there was twenty five minutes fort he bus. OK then. Let’s walk a little.
We spent some time in the park with Atatürk bust, because the trees there always attract us. First of all, the mulberries. The umbrella mulberries to which we love to be coloured by their fruit in early summers. When dry, their curly branches get lost in their hair. Each of them is like a statue. But you know that they’re alive. They seem as if they will move suddenly if you call.
Just beside them, there is a dry tree which had its flowers before its leaves. What kind of a tree is that? I haven’t seen it before.
And, in the middle of the pavement, remnant of a tree. Unfortunately, only its non-existence was left behind…
Ooof! Sometimes I am too much sensitive. People here like trees. They plant trees not only to their gardens but also by the roads, in parks. They carry water in summers. They don’t cut off a tree without a reason. Maybe it was sick. Or maybe it died. Though, the greenness around its root dnies what I say. Anyway… It’s time to go.
It’s stil early fort he bus. We got on a taxi-dolmuş (an ordinary car for transportation, picking up five people at most). The rain was heavier when we reached at Ayvalık. We finished our work fastly and went to Ayvalıkgücü (a coffeehouse. Its name comes from the football team of Ayvalık). The sea was lying in front of us. Rain and fog disabled us to see even the closest island. Sea gulls were catching the fish which rain brought on top of the water. A wonderful scene that gives the sense of infinity. I can sit down and watch for hours. But I’m asleep. I want to go back home and fell into dreams.

20 Şubat 2011 Pazar

Ayvalık’ın Kedileri - Cats of Ayvalık



Ayvalık herhalde yüzölçümüne en çok kedinin, ve köpeğin, düştüğü bölge yeryüzünde. Bir “Pisi pisi”ye elli kedinin birden koşması işten değil. Bu, kimine göre harika. Kimine göre de bir felaket. Bu yüzden buraya gelmeyi düşünenlere belirtmek zorundayım: Hayli kedimiz var!

Ben, kendi adıma hiç şikayetçi değilim. Kediler özel ilgi alanıma kesinlikle giriyor. Gerçi buraya yerleştikten sonra kedi sevgisine doydum diyebilirim. Ama hâlâ bu estetik ve mühendislik harikasına şaşmaktan kendimi alamıyorum. Kedilerle ilgili söyleyecek o kadar sözüm var ki toparlayamıyorum; karman çorman bir yazı olacak bu.

Kediler söz konusu olunca Ayvalık’la Çamlık ve Cunda’yı şöyle iyi bir ayırmak gerek. Daha çok insanlar için bir yaşam alanı olan Ayvalık’ta kediler, büyükşehirlerde bildiğimiz üzere çöplerin etrafında ve evlerin arasında yer buluyorlar kendilerine. Çamlık ve Cunda’da ise daha serbestler, daha dinç, daha kendilerine özgü. 

Yerlisinden yabancısına hemen herkes sahipleniyor kedileri, besliyor. Kapıların önünde bir kap veya bir öbek kuru mama… Evindeki yemeğin artığını kedilere, tavuklar ve diğer hayvanlara olmak üzere üçe-beşe bölen insanlar tanıyorum. Yaralı veya hasta kedilere evinde, bahçesinde bakan, bütün sıkıntısına rağmen ameliyat ettirip iyileştiren ve sonra yeniden sokağa salan insanlar tanıyorum. Tuttuğu balıkların satılmayacak olanlarını, deyim yerindeyse liman liman dolaşıp kedilere üleştiren balıkçılar, dayanamayıp bir kediyi daha yana yakıla ama çaresizce evine taşıyan dostlarım var. Bunların kedileri sevmekten ileri geldiğini düşünebilirsiniz, ama onlarla birlikte yaşamaktan, ortak bir hayata ermiş olmaktan da ileri geliyor. Yazın gelen ziyaretçilerin bazıları soruyor: Neden bu kadar çok kedi var? Çünkü onlarla yaşamayı becerebiliyoruz…

Yine de, kediler gerçekten o kadar çok ki, en kötüsü, aç kalıyorlar. Köpekler de öyle. Özellikle yazlıklarına gelen ve kışın o hayvanları terk edip giden kimlerse, işte onlar yüzünden bu hayvanlar azap içinde kıvranıyor. Kalan bizler elimizden geldiğince paylaşıyoruz ama…yetmiyor.

Kedilerin çoğu hasta. Kedi gribi duydunuz mu hiç? Ben ilk kez bu sene duydum ama ondan da önce gördüm, yaşadım. Birkaç yıldır bayağı bayağı burunları akıyor hayvanların, hapşırıyorlar! Kedi hapşırır mı hiç? O her daim sağlıklı, canlı değil midir? Sonra, bir de ‘kedi aidsi’ dedikleri illet! İnsanın inanası gelmiyor. Peki bunun çaresi? Ne yazık ki, ilk etapta, kısırlaştırma. Hastalıklı yavruların doğmaması için. Fakat bununla kim uğraşacak? İnsana bulaşmayan bu hastalıklar biraz olsun tehdit oluştursa, ilk yapılacak iş itlaf olur eminim. Kedileri düşünen kim?

Ne cins hayvanlar var, bir görseniz! Mavi-füme, yeşil gözlü bir sülale türedi bir süredir. Pırıl pırıl, ışıl ışıl salınıyorlar. Her türlü tekir, sarman, zaten… Uzun tüylüler, kısa tüylüler, çift renkli gözler, gece karaları, kraliçe edalıları, külhanbeyler, çömez ama atikler… Ev kedileri, hem ev hem sokak kedileri, başıboşlar, bir mekanı belleyenler, gidip gidip arada bir dönenler… Köpeklerle beraber yaşayan, beraber yaşamak ne demek, icabında dayak bile atan kediler. Ayvalık’ın kedileri. 


***********************


Cats of Ayvalık
Probably Ayvalık is a place where cats, and dogs, live most. Fifty cats may run to a simple calling –  “pisi pisi”. This is great for some people and a disaster for some others. That’s why I have to inform those who want to come to Ayvalık: We have quite many cats here.
I myself do not complain about it. I like cats very much, though, had enough of them after I had settled in here. But still it’s impossible not to be amazed by these aesthetic and engineering wonders. I have so much words about cats in my mind that I can’t organize my thoughts. This will be a mixed up article.
When the issue is cats, we need to seperate Ayvalık and Çamlık & Cunda. They usually mostly around garbage containers and in between houses in Ayvalık where the daily life is organized mostly for human beings. However, they are more free, lively and like themselves in Çamlık and Cunda.
Everybody, both the inhabitants and the foreigner-settlers, take care of and feed cats. A dish here, some food there… I know people who seperate the remains of the meal into two or three – for cats, for chicken and for other animals. I know people who look after sick street cats and make them get the necessary medical treatment despite its burden. There are fishermen who visit different cat ports to give fish to them. I have friends who helplessly carry home one more cat. You may think that all these are because of loving cats. Yes, but it is also because of attaining a common life with them. Some visitors in summer asks: “Why are here so much cats?” And I say: “We manage to live together.”
What’s the worst about this quantity is that cats are starving in winters. So are the dogs. I don’t know who they are, those coming for summer, adopting a cat or a dog and leaving them when their holiday is finished. But the animals suffer because of their irresponsible behaviour. We, those who stay here, try to share what we have as much as we can. However, it’s not enough.
Most of the cats are sick. Cat flu, have you heard about it before? I heard it last year for the first time but I had seen it even before. For a couple of years, cats have had running noses. They sneeze. Does a cat sneeze? Isn’t it an always healthy creature? Moreover, there appeared an ilness called “cat AIDS”! Unbelievable! The only way to stop this is unfortunately to deprive them from fecundity. But who cares?
There are so many different ones, you must see! A family with blue-fume fur, green eyes has appared for a while. And others: long furs, short furs, double coloured eyes, darks, whites, queens, tough-guys, unexperienced but alerts…. Home cats, street cats, those living inside today and outside tomorrow … Cats, living together with and even sometimes beating dogs. These are the cats of Ayvalık.