21 Mart 2011 Pazartesi

Eskilerden


Hüseyin’le konuşuyoruz da… Eskilerden… Hatırladıklarım var, benden eski olanlar var…

Dede’yi hatırlıyorum mesela. Taş Kahvenin yanında, üç tekerlekli arabasında tost yapan Dede. Kara kuru, ufarak bir adamdı. Tostu kağıda saracağı zaman, parmağını tükürüklemez, domates suyuyla ıslatırdı. Bunu gördüğüm günden sonra başka tostçuya gitmemiştim. İşi bilen bir arkadaşıma fotoğraflarını çektirmiştim gizli gizli. Çok şeyler değişti o zamandan beri. Benim bu dediğim belki on beş yıl önce. Şimdi torunu yapıyor tostu. Tabii ne o araba kaldı ne de Dede. Ama tost dükkanının  adı hâlâ aynı.

İki tostçu daha varmış daha eskiden. Biri, Kör Ahmet. Dedeyle aynı zamanlarda tostçuluk yapmışlar. Sonra Mikro Mustafa eklenmiş. Hepsi Taş Kahvenin civarında, sezondan payını almaya çalışırmış. Sezon da, bugünkü gibi değil elbet. Buraları bilen bir avuç insan.

Kışın domates yokluğunda salçayla yaparlarmış Ayvalık tostunu. Ben hiç yemedim öylesini. Ama söylenene göre o da güzelmiş.

Bir de nanecilerden söz eder arada bir Hüseyin. Birinin ismi Ferhat’mış, öbürünü hatırlamıyor bizimki. “Birine de Sarı diyorlardı ama hatırlayamıyorum şimdi, Ferhat’a mı diyodular…” Neyse, bilen bilir. İnsanın yanına gelir, şapkasından, saçından, bir şeyinden esinlenip mani düzer ve her seferinde de şöyle bitirirlermiş: “Ne güzeldir yemesi nane şeker!” Atışırlarmış da ozanlar gibi. Meğer bir de enişte-kayınço imişler. Bu bir satış stratejisi miydi yoksa hep mi didişirlerdi böyle? Evde nasıldılar kim bilir…

Dondurmacılardan da Nergis adında biri… Yine üç tekerlekli arabasıyla, sokaklarda gezer, çocuklara dövme dondurma satarmış. Nerbil dermiş herkes ona. Nergis, kadın ismi gibi geldi de kendi mi değiştirdi acaba? Buralarda, nüfustaki adını kullanmamak nedense çok yaygın zaten. Nüfusta Fatma mesela, herkes Neriman diyor. Nüfusta Hasan, herkes Mehmet diyor. Soruyorum nedenini; kimse tam bir cevap veremiyor. Çift isimli de değil bu insanlar ki birini kullanıyor diyelim. Anlamadım gitti.

“Bir de mısırcı vardı…” diyor Hüseyin. Yazmam hoşuna gitti anlaşılan; anlattıkça açılıyor J Beyaz emaye kovada haşladığı süt mısırları satarken bağırırmış: “Dumanı da caba, dumanı da caba…” Çocuklar bunu duydular mı koşarlarmış hemen, ‘caba’, yani bedava olanı isterlermiş. Mısırcı da kovanın kapağını açar, koklatırmış mısırları.

O kadar eski değil ama, bir de simitçi amcamız vardı yakın zamana dek. Sabah en erken saatte adaya gelir, simitlerini arabasına yerleştirir, duruma göre ya Taş Kahvenin önünde ya Kooperatifte uyuklayarak satardı simitlerini, poğaçalarını. Kaç yaşındaydı bilmiyorum ama çok yaşlı bir hali vardı. Her zaman bitkin, hep uykusuz. Sıcaksa dışarıda, soğuksa içeride, bir sandalye çeker, başını önüne eğer ve uyurdu alenen. Biz simidimizi çoklukla kendimiz alır, parayı arabanın içine bırakırdık. Bazen uyanırdı, bazen fark etmezdi bile. Gün geldi görünmez oldu simitçi amca. Bir, iki, derken meraklandık. Simit de bulamaz olmuştuk kahvaltı etmek için. Sorduk, soruşturduk. Meğer yılbaşından hemen önce, yine uyuklaya uyuklaya arabasını iteklerken, iyice daldı herhalde, denize doğru sürmüş. Arabanın ağırlığıyla o da yuvarlanıvermiş sulara. Bereket boğulmamış, ama bayağı ıslanmış. Ondan sonra da gelmedi. ‘Hastaymış’ dediler; bir daha sormak içimden gelmedi. Şimdi bakkallardan alıyoruz simidimiz. Simitçi amcanın yerini doldurmaya kimse kalkışmadı.
        
      Uyuyanlardan söz etmişken, Hüsnü amcayı es geçemem. Sabahın köründen gecenin on biri-on ikisine kadar Taş Kahve’de mekik dokumak, üstelik bunu çocukluğundan beri yapıyor olmak kolay değil. Arada kestirmek hakkı bence. Hem de öyle rahat, fütursuzca, gürültüden hiiiiç etkilenmeden yapıyor ki bu işi. Evi olmuş bu kahve onun. Evet, evet, kestirmek hakkı. Onu seyretmekse bir keyif.

1 Mart 2011 Salı

Ayvalık Evleri - Houses of Ayvalık



Evlerden kastım, bütün binalar aslında. Çoğu, ev olarak kullanılmış, hâlâ da öyle kullanılıyor. Aralarında depolar, işyerleri, tapınaklar da var. Bunları ayrıca anlatmak gerek. Bugün yazmak istediğim daha çok yapıların mimarisi ve birer yaşam alanı olarak kullanılış biçimleri.



En önce şunu söylemeliyim ki, böylesine görkemli, her biri sanat eseri olan yapılarla dolu bir kentte yaşamak, slogan gibi olacak ama, gerçekten bir ayrıcalık. Her yerden tarih, estetik ve zarafet fışkırıyor. En yıkık-döküğünden en görkemlisine, Ayvalık Rum evleri birer abide olarak “İşte buradayız, ayaktayız!” diyorlar. Sokaklarda yürürken çoğu kişi için sıradan olan görüntüler benim için bir mucize. Gönülden bağlıyım bu yapılara. Tekrar tekrar geziyorum aralarında; tekrar tekrar fotoğraflarını çekiyorum, elimde değil. Ve her seferinde yeniden vuruluyorum onlara. Benim için canlı birer varlık hepsi. Sanki soluk alıp veriyorlar. Günden güne değişiyor, yaşlanıyor, bazen ölüyor, bazen de yeniden doğuyorlar. Onları ziyaret etmekten asla vazgeçmeyeceğim. Artık kimsesi kalmamış akrabalarım benim. Her uğradığımda yeni bir laf açan, gizli bir köşelerini sunan, biliyorum geldiğime mutlu olan eski topraklar. Ah, ne çok seviyorum onları. Zevk veriyor gözlerime, ruhuma onları seyretmek, içime çekmek. Bir kez de buradan selam olsun hepsine.

Buraya yerleştiğimde beni cezbeden şeyin sadece doğa ve deniz olduğunu sanıyordum. Mimarinin, planlamanın da içime işlemiş olduğunu anlamam zaman aldı. Aklımdan önce güdülerim fark etti hatta bunu. Bir baktım, ahşap ev maketleri yapıyorum, evleri resmeden magnetler; şimdi de kapılar… 



Ezelden beri kapılardan gözümü alamam zaten. Yıllar önce, ben henüz küçükken ve bir yazlıkçı olarak buraya gelirken Ayvalık kapılarının fotoğraflarından oluşan kartpostallar aldığımı, onları odamın duvarına astığımı ve yıllarca gittiğim her yere da taşıdığımı hatırlıyorum. Kopamamıştım onlardan, onlarsız var olamamıştım. Ne yazık ki artık ne o kartpostallar var ne de galiba o kapılar. Yavaş yavaş yok oluyor, yok ediliyor bu güzellikler. Bakımsızlıktan çürüyor veya antika değerinden dolayı satılıyorlar. Neyse… Ne diyordum? Baktım ki benim bu yapılara karşı kendiliğinden bir ilgim var, o zaman anladım burada oluşumun bir üçüncü nedeni daha olduğunu. “Güzel bir çevre” demek ne anlama geliyormuş, anladım.

İlk yıl, canımın içi Seval ablamın işlettiği Mavi Pansiyon’da kaldım, Çamlık’ta. Kocaman bir bahçe içinde, Rum evleri kadar eski olmayan üç katlı bir yapıydı. İkinci yılımı Armutçuk’ta bir apartmanın en alt katında geçirdim. Önümde kimsenin sahip olamayacağı kadar büyük bir bahçe ve ardında parkla deniz uzanıyordu ama betonun soğukluğunu hep hissettim. Aklım şu evlerdeydi. Ne var ki, çok pahalı olduklarını düşünüyordum nedense; gücüm yetmezdi. Yine de, taşınmam gerektiğinde bir umut soruşturdum ve öğretmenlik yapmamın da yardımıyla, hem de üç katlı bir Rum evi buldum kendime. O kadar temiz ve güzel bir yapıydı ki.



Ayvalık’ta, 06 durağının arka kısımlarında, “Macaron” denen mahalledeki eve yerleşeceğimi öğrenen herkes şüpheyle baksa da benim kimseyi duyacak halim yoktu. Sevinçten uçuyordum. Hayallerim bir bir gerçekleşiyordu işte! Macaron, Ayvalık’ın en eski mahallelerinden biri. Biraz haraketli, doğru. Gece geç saatlere kadar gezenler, kavga edenler, hatta silah atanlar eksik olmuyor. Ne yazık ki pis ve bakımsız bırakılmış. Ama orada kaldığım bir yıl boyunca pek sıkıntı yaşamadım. Herkes kendi halinde, kimseye karışmadan var olup gidiyordu. Etrafım taş yapıların her türlüsüyle çevriliydi.  Aralardaki betonarme çirkinlikleri görmemeye çalıştım.

Evimde eşyalarımı üçer-beşer odalara dağıttım; o kadar çok yer vardı ki. En alt kat bile, küçük bir ailenin yaşayabileceği kadar genişti. Banyo, mutfak, bir büyük, bir küçük oda. Zaten ev sahibim ve benden önceki kiracılar kışı bu katta geçirirlermiş. Bunu duyunca şaşırmıştım. Bunca yer varken! Fakat sonra nedenini çözdüm; sıcak oluyordu ve biz de aynısını yaptık. Atelyemizi ve sobamızı buraya kurduk.

İkinci katta da bir mutfak vardı, bir de oda. Mutfak, küçük bir tuvaletin bulunduğu balkona açılıyordu. Oda ise, bu kata çıkan merdivene bakıyordu ve merdivenle arasında bir pencere vardı. Evin içinde! Böylesini başka yerde görmedim, buraya has bir detay. En üst kat ise ferah ferah iki odadan oluşuyordu. Fakat tabii, yazın bir hayli sıcak, kışın da poyraz nedeniyle soğuktu.

Çok mutlu bir yıl geçirdim Macaron’da. Pencerelerin çıkıntılarına oturup oturup sokağı seyrettim, kitap okudum bolca. İçeri açılan tahta kepenklerim vardı, eski tip pencere demirlerim, kocaman gömme dolaplarım, cumbada kuşlarım, balkonda kedilerim... Ve farelerim! Gerçi onlara ‘benim’ diyemem. Sadece komşuluk ettik. Kat aralarındaki ahşap boşluklarda ikamet ediyorlardı. Bazen benim alanıma tecavüz etmeye de yeltendikleri oldu. Sistemli olarak dolap içlerini kontrol etmem, delikleri tıkamam, öldürmeden yakalayan kapanlar kurmam gerekiyordu. Bu yüzden çoğunu en iyi cins Ayvalık tulumuyla besledim sayılır. Hah! Pıtp pıtı bir ses duyduğumda gidip kapana bakıyor, o küçücük şeyi biraz uzaktan seviyor, korkunca da götürüp kedilerden uzak bir köşeye bırakıyordum. Özellikle akşam saatlerinde toplu halde, paldır küldür geliyorlardı evlerine. Saat ilerleyip de ses çıkmayınca meraklanır bile olmuştuk. Bir dönem, çok sayıda ve ufak adımlar yerine ağır basan tok adımlar duyduk. Galiba bir gelinkadın farelerin evine el koymuştu. Bir süre ufaklıklardan haber alamadık. Yan evin altındaki atın yanına taşınmış olsalar gerek.

Macaron’da durum buydu. Ama şimdi Cunda’da oturduğum evde ne fare var ne gelinkadın. Yani bu bir tercih meselesi.

Bana kalsa taşınmazdım ama yazın geldiklerinde annemle babam dik merdivenleri çıkmakta zorlanıyorlardı. Üzülerek ama bu durumu fırsata çevirerek adaya taşındım. O evim ne kadar büyüktüyse bu evim de bir o kadar küçük. Bir oda ve bir salonum var sadece. Nasıl sığdığımı ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Fakat, oturuyor yavaş yavaş. Zaten, önemi olan işlevi.



Arkadaki küçük bahçeyi üst katta oturan ev sahiplerimle ortak kullanıyoruz. Limon ve portakal ağaçlarından yararlanma hakkım var. Artık limon satın almıyorum. Ön cephe, Cunda’nın en işlek caddesine, Taksiyarhis Kilisesi’ne giden yola bakıyor. Yine geleni geçeni izleme lüksüne sahibim yani. Sol tarafımda Fatma teyzenin, bütünüyle sarımsak taşından yapılma meşhur evi var. Deniz, iki dakikalık mesafede. Zeytinlikler, on dakika. Her yer, bu kez daha bakımlı ve sağlam eski yapılarla dolu. Adanın havası da bir başka. Bazen dizi çekimleri nedeniyle ya da kısa bir kış tatili yapmaya gelenler oluyor. “Ne güzel yerler!” diyenleri duyuyorum. Burada yaşamak istediklerini hissediyorum. Hemen pencereye çıkıyorum. Hem davetkar hem kıvançla bakıyorum. Ben burada yaşıyorum!


Kendim hakkında çok konuştum. Bu yapılar hakkında biraz da nesnel bilgi versem iyi olacak:

Ayvalık ve çevresindeki yapıların tamamına yakını, belirgin ve ortak mimari özelliklere sahip. Neoklasik adı verilen bu mimari, eski Roma ve Helen yapı izlerini taşıyor, ama gidip görenlerin söylediğine göre Midilli veya Atina’dakilerden bayağı farklı özellikleri var. Yapı malzemesi olan “sarımsak taşı”, yıllar içinde söndürülüp çukurlarda dinlendirilmeye bırakılmış bir tür kireç. Ocağından çıkarıldığında yumuşak olan sarımsak taşı eskiden iplerle kesilerek ayrılırmış. Ustalar da henüz yumuşakken işlemiş olacaklar ki, sütun başları, kapı ve pencere üstleri, balkon dayanakları şaşkınlık verecek oyalarla süslenebilmiş. Şimdi, restorasyon çalışmaları dışında sarımsak taşının kullanımına izin verilmiyor.

Yapıların çoğunun üst katı ağaç. Böylece, hafif bir yük sırtlanan taş zeminler, depremlerin yoğun olduğu bölgede sağlamlığın da güvencesi. 100-150 yıllık geçmişiyle Ayvalık evleri, Anıtlar Kurulu tarafından koruma altına alınmış durumda. Büyük bölümü tescillenmiş olan bu yapılar, taş, sarımsak taşı ve ahşabın uyumuyla sade bir güzellik sunuyor.

Şimdiye kadar gördüğüm bütün Ayvalık evlerinin iç tasarımı farklı ama bazı genel özellikleri de var. İki ya da üç katlı olan yapılarda zemin kat, işlik niteliğinde. Çoğu kez biraz basık. Ama bir kişinin barınması için asgari şartları da taşıyor. Orta katlar daha çok kışlık, üst katlar da yazlık mekanlar olarak tasarlanmış. Yöresel malzemelerle, yörenin iklimine en uygun biçimde yapılmış, kışın ılık, yazın serin kalan sağlıklı yapılar hepsi.

Ayvalık evlerinde genellikle iki giriş kapısı var. Bunlardan biri işlik olarak kullanılan bölüme, diğeri ise oturma mekanına açılıyor. Eskiden daha çok zanaat erbabının atelyesi niteliğinde olan işlikler zaman zaman dükkan olarak da kullanılmış, hâlâ da kullanılıyor. Kapılar, kemerli oluşları ve işçilikleriyle hemen dikkat çekiyor. İnce maden işlemeciliği, özellikle kapı tokmaklarındaki zarafetin çeşitliliği, Ayvalık evlerine ayrı bir değer ve güzellik katıyor. (Ne yazık ki son zamanlarda bu tokmakların ve bazı kapı ve pencere demirlerinin çıkarılarak veya çalınarak satıldığına tanık oluyoruz. Antikaya olan talep anılara ve kültüre galip geliyor. Para için evlerimizi parça parça satıyoruz.)

Cunda adasındaki bazı bahçeli yapılar ve Çamlık’takiler dışında Ayvalık evleri bitişik düzende yapılmış. Bunu Osmanlı döneminde kaçakçılığın neredeyse bir meslek haline gelmiş olmasıyla ilişkilendirenler var. Evden eve geçen gizli yollar, birbirine bir labirent örgüsüyle bağlanmış sokaklar bu düşünceyi destekler görünüyor. Çamlık bölgesindeki yazlık evler, köşkler ve villalar ise, 19. yüzyılın başlarından bugüne, gururlu, asil, denize doğru nazar ediyorlar.

İnsan bu yapılara bakınca onları planlayan elleri, ayağa kaldıran ustaları, taş işçilerini, demir dövenleri, hepsi farklı meziyetlere sahip olmakla birlikte nasıl bunca uyumlu bir zarafeti var edebildiklerini düşünmeden edemiyor. Bugün hâlâ sapasağlam duran yapılar, bambaşka bir ulusun bıraktığı, bırakmak zorunda kaldığı evleri, yuvaları, ibadet yerleri. Anlatılanlara göre, Girit’ten, Midilli’den geldiklerinde, mübadiller, her şeyi yerli yerinde odalar, çatalı-kaşığı tabak içinde kalmış sofralar bulmuşlar. Nasıl bir kaçmaktıysa o! Kalkmış ve gitmiş insanlar. Bir anda. Ve evler bir anda el değiştirmiş. Bu yüzden belki, anıların yüküyle, koparılmışlıklarıyla, hep hüzünlü gibiler bir yandan.
Tarihi Ayvalık evleri, sokaklarıyla birlikte toplu bir onarımı ve korumayı hak ediyor ve bana kalırsa çoktan beridir bekliyor da. Zaman zaman yerli veya yabancı mimarlık öğrencilerinin staj niyetiyle gelip evlerin restorasyon projelerini yapmak istediklerini duyuyorum. Veya bir Avrupa Birliği fonu almak için girişimlerden dem vuruluyor. Ama nedense olmuyor, olamıyor bir türlü.
Restorasyon demişken, bu evlerde yaşayan yerli halk için de önemli bir mesele bu. Çünkü, koruma altındaki evleri aklınıza estiği gibi yenileyemiyorsunuz. Restorasyon da, projesi, özel malzemesiyle hayli pahalıya patlıyor. Gerçi proje çizimi için uygun krediler sağlanmış ama yeterli değil. Bu nedenle evlerin çoğu mecburen kendi haline bırakılıyor ya da kaçak eklemelerle çirkinleşiyor. Veya satılıyor.
Satın alanlar, metropollerde yaşayıp da nefes almak için buraya kaçmayı düşünen şehirliler genelde. Gerçi yerleşenler de var ama evlerin çoğu restore edilip kız gibi olduktan sonra, bu kez, terk ediliyorlar. Kimi aylarca boş kalıyor, kimi yıllarca. Onları böyle kuru bir yalnızlık içinde görmek de başka türlü hazin.
Ben, bu yapıların hem onarılmasını hem de yaşamasını istiyorum. Hem de, ölü bir açık hava müzesi olarak değil, halkının çoluğuyla çocuğuyla dolup taşarak yaşamasını istiyorum. Ufacıkken vurulduğum bu diyar, tarihi, kültürü, insanıyla bir bütün. Öyle kalsın istiyorum. İstemek parayla değil ya! İstiyorum.